Kemal Can: Devlet barışı da güvenlikçi politikayla sunabilir
Gazeteci Kemal Can: “Devlet ‘güvenlik’ ihtiyacını ve ‘tehdit algısını’ tazelemekte son derece mahirdir. Savaşı olduğu gibi barışı da bir güvenlik meselesi olarak sunabilir, sunuyor.”

Fotoğraf: MA
Gözde Tüzer
gozdetuzer@gmail.com
Partilerin kapatılması, milletvekillerinin hapse atılması ve birçok söylemle Kürt siyasetçileri yıllarca hedef alan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, İmralı görüşmeleri sürecinde oynadığı rol çokça tartışılıyor. Bahçeli’nin bu süreçte hangi amaç ve çıkarla aktif rol aldığının yanı sıra Kürt sorununda silahların susmasıyla MHP ve devlet politikalarındaki olası değişimler de tartışma konusu. Barış sürecine gidilmesi MHP’nin varlık sebebini ortadan kaldırır mı? Devlet kuruluşundan da öncesinde dayanan bu soruna temel yaklaşımı değiştiriyor mu? Milliyetçilik üzerine araştırma ve yazılarıyla bilinen Gazeteci-Yazar Kemal Can, sorularımızı yanıtladı.
Öcalan PKK’den kendini feshetmesini, artık silahsız mücadeleye geçilmesini istedi. PKK çağrıya uyacağını açıkladı. Bu ‘sürecin’ aktif aktörlerinden biri de Bahçeli. Bu süreç sonuca ulaşırsa, yıllardır bu sorundan beslenen MHP ne yapacak?
Kürt sorunu neredeyse yüz, yüz elli senelik, PKK yaklaşık elli yıllık mesele. Türkiye siyasetinin en belirleyici başlıklarından biri Kürt sorunu. Milliyetçilik ve MHP, konunun önemli aktörlerinden. MHP, 12 Eylül 1980 darbesiyle kaybettiği (antikomünist) varlık sebebini, ‘90’lı yıllar itibarıyla Kürt hareketi karşısında konumlanarak tekrar buldu. Reaksiyoner bir hareket olarak, çok hayati düşman ihtiyacını böyle karşıladı. Etkisi her geçen yıl büyüyen Kürt hareketi karşısındaki en sert tepkileri milliyetçiler ve MHP temsil etti, taşıdı, kullandı. PKK şiddeti, büyükşehirlere ve batı illerine Kürt göçü, Kürt sorununun siyasileşmesi ve uluslararasılaşması gibi gelişmelere duyulan tepkinin rüzgarıyla yükselen milliyetçilik, ‘90’lı yılların sonunda (bugün “patlama” sayılan) yüzde yirmiler seviyesine yaklaştı. AKP iktidarının ilk döneminde önce AB politikası, daha sonra da 2009 ve 2013’deki “çözüm süreçleri” karşısında en sert muhalefeti yine MHP yaptı. 2015 sonrasında, AKP ile kurulan önce örtülü, sonra açık ittifakta da iktidarın Kürt politikası konusundaki kırmızı çizgilerini belirleyen, “Erdoğan’ı milli çizgiye çeken”, şahin bir pozisyon kazandı. Daha bir-iki yıl önce HDP’nin kapatılması, milletvekillerinin maaşlarının kesilmesi gerektiğini bile söyledi.
"Bahçeli'nin sürdürmesi riskleri azaltabilir"
Bu kronolojiye bakınca, silah bırakılmasının ve PKK feshinin, MHP’nin hem dayandığı siyasi zemini hem de iktidar üzerindeki nüfuzunu kaybetmesine yol açması kaçınılmaz gibi görünüyor. İlk bakışta belki böyle sonuçlar vermesi de ihtimal. Ancak Bahçeli’nin “süreçte” başlatıcı ve ısrarlı sürdürücü olması, bu riski azaltacak ve avantaja çevirebilecek unsurlar da içeriyor.
Nasıl yani?
Öcalan’ın yakalanmasında doğrudan rolü olmamakla birlikte MHP, 1999 seçimlerinde -DSP ile birlikte- bu gelişmeden en büyük siyasi getiriyi sağlayan parti olmuştu. Şimdi de PKK’ya silah bıraktıran hatta ortadan kalkmasını sağlayan olmak gibi bir iddiayı kullanabilecek: “Terörsüz Türkiye”yi hayata geçirmiş olmak (Bahçeli’nin 22 Ekim’de yaptığı çağrının harfiyen uygulandığını unutmayalım). Ayrıca Bahçeli’nin, bu sürecin hâlâ aktif tarafında duruyor olması, (Bakırhan, Demirtaş ve Türk ile yaptığı telefon görüşmeleri) ilerleyen zamanlarındaki hız ve yöntem kararlarında etkili olmasını sağlayabilir. Zaten çok yüksek perdeden yaptığı açılış, belki de bu kontrolü baştan almak içindi. AKP tarafının kalkan olarak kullandığı ve “tescil edilen” “devlet aklı” iddiası da bu konuda en önemli destekleyici. Sürecin başarısızlığı riskinden azade, sonuç almasından ise maksimum fayda sağlayacak bir pozisyon edinebilir. Dar zamanda Kürtlerin sempatisini kazanmasını ve milliyetçi muhalefetin zayıflığını not etmeli.
Fotoğraf: Dilan Temiz/ Evrensel
"Kürt sorunu hep güvenlik gerekçesi gösterildi"
Kürt sorunu karşısında “inkar” ve “savaş politikaları”, devletin de temel dayanaklarından birisi oldu bugüne kadar. PKK’nin olmadığı bir dönem, devletin temel politikalarına nasıl etki eder?
Devletin Kürt politikası, iktidarları ve dönemleri aşan bir süreklilik içeriyor. Bunun arkasında Kürtlükle ilgili bir meseleden ziyade “Türklükle” (milli kimlik inşası) ilgili bir zaruret var. Varlık inkarı, süreklilik kazanmış siyasi ve askeri baskı, sorunla yüzleşmeme (yeni inkar yöntemi), kriminalizasyon, ciddi tehdit ve dış düşmanların ortağı olma suçlaması sürekli kullanılan temalar. Dozu ve ritmi değişen dalgalı bir seyir içinde senelerdir Kürt meselesinin, devletin siyasete müdahalesinde (hatta tanziminde) birinci başlık olarak işlev gördüğünü söyleyebiliriz. Öncelikle bir güvenlik devleti olarak örgütlenmenin en önemli gerekçesi ve sürekli teyakkuz halinin dayanağı Kürt (bölücülük) sorunu olarak gösterildi. 2015’den itibaren adım adım yürürlüğe konulan -ve yine Bahçeli’nin elinden çıkma- “beka davası” konsepti de tamamen Kürt meselesi üzerinden şekillendirildi.
“Beka” söylemleri geride mi kalacak?
Elbette çatışmanın neticelenmesi, silahların susması hatta PKK feshi, devletin sürekli alarm halini sürdürmesi, güvenlik gerekçesiyle kurabildiği baskıcı uygulamalar ve “beka siyaseti” açısından bir mesnet sorunu yaratacaktır. Ancak devlet “güvenlik” ihtiyacını ve “tehdit algısını” tazelemekte son derece mahirdir, hukuki ve mantıksal dayanaklara da pek ihtiyaç duymaz. Zaten Bahçeli’nin bu süreci daha başlangıçta, “yaklaşan tehlikelere karşı, iç cepheyi sağlamlaştırma” amacına bağlamış olduğunu unutmayalım. Dolayısıyla savaşı olduğu gibi barışı da bir güvenlik meselesi olarak sunabilir, sunuyor. Diğer yandan yine Bahçeli’nin çizdiği ve son açıklamada Öcalan’ın da söylediği, “Kürtlerle Türklerin tarihi ittifakı” iddiası, kabaca Türk devlet geleneğinde sık sık kullanılan “Eskiden yaptığımız gibi yapalım” çaresini ve süreklilikten ayrılmama refleksini ima ediyor. “Milliyetçi-mukaddesatçı” bir toplumsal-siyasal taban üzerine inşa edilmeye çalışılan ve on yıl süren savunma stratejisi yerine, bir başarı hikayesiyle sürdürülmeye hazırlanan yeni iktidar parametresiyle de uyumlu.
"Devlet süreci PKK ve Öcalan’la sınırlı tutmak istiyor"
Şu an sadece silahların susması ve demokratik yollardan mücadele konuşuluyor. Ana dili başta olmak üzere birçok talep gündemde değil. Hatta “Vatandaşlık tanımı değişebilir” diyen Binali Yıldırım’a bile Mehmet Uçum ve MHP’den tepki geldi. İktidar bu süreci Kürt halkının taleplerini gündemine almadan yürütebilir mi?
Kürt meselesi, hayli uzun maziye ve çok çetrefil katmanlara sahip geniş ve derin bir sorun. Daha önceki “süreçlerden” farklı olarak bu sefer, kimsenin açıktan Kürt sorununu çözmek gibi bir iddiası, ilanı yok. Hatta Bahçeli, bir sorun olduğunu bile kabul etmiyor, Öcalan ise doğru dürüst konuya değinmiyor bile. Öcalan son açıklamasında Kürt siyasetinin senelerdir dayandığı bütün sütunları yıkarak, “kültüralist” diye küçümsediği bazı kritik talepleri bile geri çekiyor. Şu anda sürecin her iki taraftaki ana aktörlerdeki öncelik, PKK meselesini çözmek. Devlet, bu süreci PKK ve Öcalan için bir “çıkış planı” olarak sunuyor ve bu sınırda tutmak istiyor. Öcalan da -en azından çağrı metninde- konuya bir güvenlik meselesi ve zaten yapılması gerekenin tamamlanması muamelesi yapıyor. Bir anlamda iki taraf da “daha kötüsünden kaçınmak için” harekete geçtiklerini söylüyorlar ve fazlasıyla ölçülü olmaya çalışıyorlar. Bu aşamadan sonra olabilecekler konusundakilerin neredeyse tamamı, iyi dilek, umut, tahmin, imkan ve fırsat olarak üçüncü kişilerin “hayal gücüne” bırakılıyor. Kürt sorunu konuşmadan Kürt realitesinden bahsetmenin yolunda yürümeye çalışıyorlar.
Böyle bir hatta yürümenin çok daha ciddi tartışmalar yaratması beklenir ama yine de -özellikle iktidar cephesindeki- mevcut gerilimlerin nispeten hâlâ kontrollü olduğunu düşünebiliriz. Bu, derin çelişkiler olmadığı veya bazı yorumcuların iddia ettiği gibi “mükemmel” bir rol paylaşımı olduğunun kanıtı değil bence. Mesele kendi kapsadığı alan itibarıyla son derece hassas olmakla birlikte, daha geniş bir siyaset, toplum ve dış denge denklemindeki yeri bakımından da önemli. Kısa vadeli siyasi mülahazalarla veya işgüzarlıklarla yapılan çıkışlar bu yüzden hızla enterne ediliyor. Bir taraftan bilinçli olarak “toplumsal-siyasal rıza programı” boş bırakılmış bir sürecin canlı tutulması bir taraftan da enfekte olmadan, “serbest siyasi aktörlerin” dahlinden korunarak kontrolde tutulması gerekiyor. Hadisenin Kürtler için de devlet için de bir yenme-yenilme denklemine oturtulmasının sakıncaları var. Ayrıca siyasi bir pazarlık hatta müzakere konusu olmaktan uzak tutulması da iki tarafın isteği. Çünkü sürecin amacı, umutlu bazı yorumların neredeyse otomatik bir sonuç olarak gördüğü gibi konuyu “Siyasi-hukuki bir zemine taşımak” yerine, siyasetsizlik alanına çekmek gibi bir art niyeti taşıyor olabilir.
Fotoğraf: TCCB
Hem kolaylaştırıcı hem zayıf noktası
PKK’nin kendini feshi, silah bırakması, tecridin devam etmesi... Bu süreç yasal düzenlemeleri de zorunlu kılıyor. Ancak iktidar, başta Erdoğan’ın yeniden başkan seçilmesi olmak üzere, buradan yeni fırsatlar çıkarma peşinde olabilir. Böyle bir durum süreci nasıl etkiler?
Bahçeli süreci başlattığı andan itibaren, bu konunun mevcut iktidarın devamı için yapılmış bir taktik hamle olduğuna dair değerlendirmeler yapıldı. Bunun, iktidarın başlatmaya hazırlandığı anayasa süreciyle ilişkili olacağı söylendi. Bu amaç, elbette paketin bir yerinde var. Zaten Bahçeli de süreç başarılı olduğunda Erdoğan’ın yeniden seçilmesinin “doğal sonuç” olacağını söyledi. Ancak sürecin ve kullanılma alanının Erdoğan’ı yeniden seçime katmaktan ibaret olmadığını, daha geniş bir siyasi tanzim projesinin yürürlükte olduğunu düşünüyorum. Erdoğan’ın iktidarda kalmak için her imkanı, her fırsatı kullanacağı, olmayan imkanlar ve fırsatlar yaratmaya çalışacağının haber değeri yok. Elbette bu konu da bu hayati ihtiyacın faydası için kullanılacak, faydasına doğru yönlendirilmek istenecektir. Hatta Bahçeli ile Erdoğan arasındaki farkı oluşturan meselenin, bu vade ve pragmatist öncelikler olduğu kanaatindeyim. Aslında bu taraf sürecin hem en kolaylaştırıcı tarafı hem de en zayıf noktası.
Süreç konusunda iyimser olanlar, iyimserliğe mecbur hissedenler, iyimser olmamanın risklerinden ürkenler, kötümser görünmekten kaçınanlar, “silahların susması” veya “şiddet vesayetinin” bitmesinin açacağı imkanlara sığınmak zorunda kalıyor. Bu imkanların siyasi alanın açılması, pozitif bazı hukuki düzenlemeler hatta kısmi demokratikleşmeye yol açmasını, zorunlu veya otomatik bir sonuç gibi değerlendirenler oluyor. Ancak başta Türkiye ve pek çok dünya örneğinde, “vesayet” değişimi şeklinde paradigma sıçramalarının “iyiye doğru” olmasını zorunlu kılmıyor. Bugünün dünyasında giderek daha hakim hale gelen dalga, bu yönde değil. Dolayısıyla, siyasete alan açılması bir imkan veya ihtimal olsa bile en güçlüsü değil ve hiç de zorunlu bir sonuç sayılamaz. Tam tersine siyasi alanı iyice daraltması hiç küçümsenmeyecek bir olasılık. Çünkü -önceki sorularda değindiğimiz üzere- MHP ve devlet bu süreçten bazı imkanlarını kaybedeceği gibi Kürt siyasi hareketi için de Öcalan’ın senelerdir yaşandığını söylediği “anlam krizi” derinleşebilir. Sürecin yarattığı pazarlık imkanları, iki taraf için “siyasi imkan” gibi görünse de ciddi siyasi riskleri var. Pazarlık her zaman siyasete alan açmıyor, bu yüzden, her iki taraf da şimdilik bunu kuvvetle inkar ederek idare etmeye çalışıyor.
Evrensel'i Takip Et